There's a light that never goes out / Bir ışık var hiç sönmeyen...
    Derya TOKSOY    
  Leyla TOKSOY
  Nejat TOKSOY
Derya'mızın kaleminden

All about me

'' I live in the clouds. Reality is not for me. People say I should come down. that the clouds are not a place to grownups to be. I smile at them. maybe one day, I said maybe one day I will come down. But I never will. Reality is not for me. I shall stay up here. The view is quite breathtaking. ''


10 Ocak 2001

Fotoğraf

Onlarca...
Yüzlerce...
Belki de binlerce...

Fotoğraf doluydu her yeri,her şeyi...Çekmeceler,duvarlar,çantalar,defter araları ve akla hayale gelebilecek/gelemeyecek her yer, her şey.

Hepsi anlamlı,hepsi dolu,hepsi onun...Neler neler anlatıyor,neler neler hatırlatıyor bir bilseler ? Fotoğraflarda şahıs olması ya da olsa bile görmesi gerekmiyor. Eline alıp gözlerine temas ettiği o ilk anda hissedip düündükleri yeter ona.Sonrası zaten teker teker geliyor zincirleme kaza gibi.''kaza'' belki kötü bir benzetme ama başka ne denebilir ki ? Zincirleme''hüzün'', zincirleme ''mutluluk', zincirleme''öfke'', zincirleme''özlem'' daha mı iyi ?

Bakıyor...Uzun uzun veya kısa kısa...Dedim ya,o ilk temasta ki hissettikleri ve düşündükleri yeter. Zincirleme''hüzünler'' uzun uzun baktığında yavaş yavaş zincirleme''mutluluklara'' dönüşüyor. Hiçbir fotoğraf kötü olarak kalmıyor. Pay çıkarabileceği güzelliklere,sevinçlere,mutluluklara ve kendisine dönüşüyor. Çünkü hepsinde kendisi var.

Fotoğrafları atmaz,atamaz belki... Belki de atmamalı olduğu için. Atılası olanları zaten hiç çekmiyor ve çektirmiyor. Çektiğini ve tabi ki çektirdiğini düşünseniz de bakarken zincirleme ''....'' olarak kalıyor. Zincirlemeden sonrasını onun dışındakiler doldurup kendilerine pay çıkarıyorlar. Ama o hep çekiyor,hep çekti ve hep çekecek. Hepsine defalarca bakmak ise adeti...
Başkaları üstünkörü bakıp geçerken,neden diye düşünmemekse elinde değil. Aslında cevabı çok basit. Kimse kimseye benzemiyor. Benzese zaten fotoğraflar aynı olmazdı.

Onlarca...
Yüzlerce...
Belki de binlerce...

Farklı fotoğraf ve farklı insan doluydu her yeri,her şeyi...

08 Şubat 2004

The Days are much too bright...

Sana 'Hiç ellerinin sana ait değilmiş gibi geldiği oluyor mu?' diye sormuştum.Bazen öyle bir oluyorum ki sırf ellerim de değil, 'ben' bana ait değilmişim gibi geldiğim oluyor. O zaman anlıyorum yine bir şeylerin beni yukarılara götürdüğünü.Her seferinde başka bir şey,başka bir yer gördüm,işaretlerimi aldım ve dilimde/kulağımda şarkılarımla geri döndüm.

 

İnanıyorum hem de fazlasıyla birlikte. En sonunda da burada KENDİMİ YAPABİLMEM gerek...O zaman her şeyi tamamlamış olacağım.


Hayatımda 1 çeyrekliği tükettim ; Allahın bana sunduğu maksimum 1 veya 2 çeyrekliğim daha var diye düşünüyorum kendimi bu halimle bildiğim şeklimle. Belki öncekilerden birinde 1 çeyrekliği bile göremeden geri çağırdı beni,belki bir keresinde 3 çeyreklik verdi. Ama şimdiki ''ben'e bakarsam hissettiğim bu ve KENDİMİ YAPABİLMEK için daha vaktim var.

 

Zamanım yetmezse de zaten yine geri gelmeyecek miyim ki?!

 

 


5 Ocak 2007

Paylaşmak güzeldir

İçten yapılan, içten verilen, içten paylaşılan her şey "her zaman" güzeldir. Karşındaki ''nasıl'' alır düşünmezsin. Ama bilirsin ki bir şekilde memnun veya mutludur. Söylemez belki ne hissettiğini, düşündüğünü ama sen en azından ''güzel'' şeyler düşünerek paylaşımınızı doygun kılarsın kendin için. Devam edersin paylaşmaya; verirsin verirsin, yaparsın yaparsın.. gün gelir aklına "acaba enayi miyim ben?" sorusu takılır. ama birden kendini toparlarsın ve dersin ki "ben bunun için yaratılmışım, beni bu yaşatıyor, kime ne?!"

Ve durmadan devam edersin gönlünde,hayatında olan her şeyi paylaşmaya; bir cd, bir kitap, bir gülücük, bir bakış, bir ses, bir selam, bir ''sen'', bir ''ben''.. ta ki son nefesini verene kadar...


14 Ocak 2007


Death becomes her

Birçoğumuzun aklından çoğu zaman "acaba şu an, dünyanın herhangi bir yerinde kaç kişi öldü" diye geçiyordur.

Peki aklınıza hiç "acaba şu an, dünyanın herhangi bir yerinde hiç kimse ölmemiş olabilir mi" sorusu geldi mi?
Bir arkadaşım beni "ölünen şeye hayat mı denir" sorusuyla derin bir sessizlige gömmüştü. Cevabım öyle olmadığı yönündeydi; bizler sadece diyenlerin yalancısıyız aslında. Evet, onlar yüzünden biz de yalancı olduk. Kimine göre hayat araba, kimine göre aile, kimine göre de başka başka bir sürü şey. Oysa ki hayat, ölümdür; ölüm de hayat...birinin bittiği yerde bir diğeri mutlaka başlar. Farkında mıyız peki? çok da önemli değil farkında olmamız. Bizler zaten salla pati yaşamaya ve sadece kendimizce düzenli olarak nefes alıp vermeye o kadar alışmısız ki belki neyin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini dahi düşünemiyoruz.
En sonunda bize gelen şey ölüm ise, o bizden korksun! Biz zaten onu bekliyoruz; hem bilerek hem bilmeyerek. aniden gelsin, çat kapı gelsin; sorgulamaya fırsat dahi bırakmasın. Bütün hayatımız sorgulamakla geçiyor, bırakalım da tek sorgulamadığımız şey "o" olsun.

Ve evet, ben bugün "acaba şu an, dünyanın herhangi bir yerinde hiç kimse ölmemiş olabilir mi" sorusunu aklımdan geçirdim ve o an kendimi öldürdüm.


14 Eylül 2007

Kılavuzu karga olup burnu kurtulmayanlar...

Hepimiz aslında biliriz neyin ne olduğunu ama gelin görün ki "içindeyken" algılarımız, anlayışımız, düşüncelerimiz, hislerimiz, her şeyimiz olması gerektiği gibi olamaz. Bu yüzden derler ya "davulun sesi uzaktan hoş gelir" diye. Uzaktakiler her zaman hoş konuşurlar ama bilirler de aslında en yakında olduklarını. Vakti zamanında kendilerine söyleyemedikleri, itiraf edemedikleri, yüzleşemedikleri ne varsa hepsini karşısındakine söylerler. Oysa ki kendi kendilerine söylüyorlardır; bunu da bilirler. Uygulama kısmıdır zor olan. İsteseler de uygulayamazlar. Hep birşeyler mani oluyordur. "İstemem yan cebime koy" ya da "bile bile lades" lafları devreye girer sonra. Kaçarlar ama aslında kovalayan yoktur kendilerinden başka. Kendilerine mi kaçarlar, yoksa kendilerinden mi kovalanırlar? belki de kovalarlar ama kaçan yoktur. Ne olursa olsun her şeyi bilirler evet, her şeyi. Korkarlar, kafaları dağınıktır. Yanlış anlaşılmaktan çekinirler. Anlatırlar, dinlenmezler. Dinlerler, çünkü devamlı bir anlatan vardır. Her daim kendilerinden verirler; almak istediklerinde yalnız oldukları için yine kendilerinden alırlar ve böyle böyle haller içindeyken yavaşça kendi kendilerini yok ederler. Dönüp bakarlar, onlara bakanlar da biliyorlardır. Hepsi kılavuzdur her birine ve hepsinin burnu o bildikleri şeyin içindedir, kurtulamazlar.

Ama hep bilirler..

Şimdi lütfen bilenler bilmeyenlere anlatsın..


18 Eylül 2007

Doğumdan önceki bilinç hali...

Hayatınız hem dikine hem de yatay olarak gözlemlediniz mi hiç? Dikey kısımlarda illa ki yükseliyor değilsiniz, belki de en büyük düşüşlerinizden birinin anıdır, yukarıdan aşağıya doğru. Son hamlenizi yaparken bittiğinizi hissediyormuşsunuz gibi gelir ama bir bakarsınız ki hic ummadığınız bir anda yanınızda sizi dürtükleyen bir başka fırsat, şans, "vak'a" -siz her ne derseniz artık- çıkagelmiş, onu değerlendirmenizi bekliyor.

Düşünürsünüz ne olabilir, ne olacak diye ve pat diye bulursunuz ne olduğunu. "o an" için farkına varırsınız zamanın veya hayatın neresinde olduğunuzu ve koyverirsiniz kendinizi yanlamasına yaşamaya. bir süre de böyle devam eder; ta ki karşınıza yeni bir "dikey" mevzunun başlangıcı veya ortası gelene dek. Şansınız varsa, duygularınız kontrol altındaysa, fevri davranmadıysanız; istikrarlı olarak başlarsınız yan yan yaşamaya.

O dönem boyunca kendi çizginizde gidersiniz ve dışarıdan her şey yolunda görünür. Sonra aniden karşınıza içinde bulunduğunuz tekdüzeliğin sona erdiğinin mesajı gelir bir duvarla. Bakarsınız ki siz ona vurmadan duvar size çoktan vurmuştur. Afallarsınız tıpkı sudan çıkmış balık misali. Kendinizi toparlamaya çalışır, nerede kalmıştım ya da nereden devam etmem doğru olur diye düşünmeye. Sakinleşmek, mantığı elden bırakmamak, akıl danışmak ve hatta kendinizi dinlemek yardımcı olabilecek birkaç şey. Verileri topladıktan sonra bulduğunuz ilk yastığa başınızı koyar, elinizdekileri tartar, rahat olmasa da uykunuzu uyur ve kalktıktan sonra almış oldugunuz kararı uygulayabileceğiniz ilk firsatı ya beklemeye ya da yaratmaya başlarsınız. Bakarsınız, düşünürsünüz; "ben bu hayatın neresindeyim" diye ve hayretler içerisinde de bulursunuz yerinizi.

Tıpkı bulmacalarda ki gibi; "kendimi" sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan kesişen dikey ve yatayların tam ortasında buluyorum; çok şükür biliyorum; "her şey benden geçiyor".


22 Eylül 2007

Tohum

Diğerleriyle birlikte çuvalın içinde öylece duruyordum. Üzerimde, sağımda, solumda ve altımda devamlı kıpırdanan ve homurdanan benim gibi binlercesi vardı belki; sayılarından asla emin olamadım. Ara ara gözgöze geliyorduk, bana birşeyler söylüyorlardı ama asla ne dediklerini anlamıyordum; dinlemiyordum cünkü. Bazen hepsi aynı anda hareket ediyordu aynı yöne doğru; ben olabildiğimce yerimde durmaya çalışıyordum ki yukarılardan biryerlerden üzerime vuran aydınlanmayı hissedebileyim. Diplerdeydim; yalnızdım belki ama kimsesiz değildim bunu biliyordum.

Belirli günlerde -ki ben "gün" olduğunu düşünüyorum bilemiyorum- üzerimdeki ağırlık, çuvalın içine giren bir el sayesinde hafifliyordu. [eksiliyor muyduk? eksiliyor muydum?] sadece hafifliyordum, hissettiğim buydu. Büyüyemiyordum olduğum yerde, olduğum yer genişlese bile. "gün" sandığım şey geçtikce hafiflemem arttı. Duyduğum sesler azalmaya başlamıştı ama ne duyduğumu hala bilemez haldeydim; dinlemiyordum çünkü. Kimsenin kıpırdamasına gerek kalmamaya başlamıştı artık yukarıdan üzerime vuran aydınlığı hissedebilmem için; sanırım tepeye yükseliyordum yavaş yavaş. Ellerim, kollarım, ayaklarım yoktu; sadece gözlerim vardı sağa sola, aşağı yukarı hareket ettirebildiğim ve sadece o gözler benim nerede ve halde olduğumu bana anlatıyordu.

Geçtiğini sandığım bir "gün" daha sonrasında, ben de dahil her yer, herkes aydınlık içindeydi. Kimse konuşmuyordu ama tuhaftır ki ben bu sefer kulak kesilmiş dinliyordum. Mevcut olan bu korkutucu sessizlik en sonunda kendi sesimi duymama sebep oldu: "buradayım!" diye bağırdım duymasını ummayarak. Üzerime doğru birşey yaklaşmaya başladı, birden her yer karardı ve beni iki parmağının arasında en narin haliyle kavradı, olabileceğimden daha da hafiflemiş haldeydim. Olmayan ayaklarımın, içinde bulunduğum yerden kesildiğini hissetmeye başladım. Yükseldikçe aydınlık arttı, aydınlık yaklaştı. Olmayan ayaklarıma, kollarıma, ellerime ve sadece olan gözlerime doğru tarifi mümkün olmayan bir serinlik dokunmaya başladı; rüzgarın elleri hiç bu kadar güzel olmamıştı.

Beni aldı olduğum yerden, olamayacağım bir yere savurdu narince; kalakaldım. Ne hissettiğimden emin olamadığım için varolduklarından tek emin olduğum gözlerime yüklendim; doldurdum içimdekiyle. Tam dışarı bırakacaktim ki, diğer narin eliyle üzerime su serpti tatlı tatlı. Gözlerimi kapadım; uzun zamansızlık boyunca merak ettiğim aydınlığı görememek pahasına dahi olsa. Tek hissettiğim üzerime serpilen "su"ydu. Su, içime işledi; içimden dışıma ellerim, kollarım, ayaklarım olarak sızmaya başladı. Bu sefer olduğum yer genişlemiyordu ama ben büyüyordum. Artik sadece gözlerimi değil, su ile birlikte benden çıkan her şeyimi hareket ettirebiliyordum. Ellerimi gördüm ilk; bileklerinden bükülmüş, hareket etmesini bilemeyen ellerimi.

Uzandım ellerimle, onlara hayat verebileceğini düşündüğüm rüzgara doğru; rüzgarın elleri hiç bu kadar güçlü olmamıştı.

Aslında güzel ve güçlü olan hiçbir şeye dokunmak bu kadar özel olmamıştı.


19 Ekim 2007

Thursday's child

Bugün perşembe.. yarın cuma.. öbür gün cumartesi..
Bu böyle sürüp gidecek anlaşılan. Kimse birşey de diyemiyor; herkes kabullenmiş durumda. Bazen salıdayken cumartesiymiş gibi geldiği olur ama değildir; olamaz. Sadece size öyle gelir. Kimseyi inandıramazsınız; sizi deli zannederler. Oysa siz mutlusunuzdur; bunu sadece siz ve siz anlarsınız. O günü başkalarıyla değil kendinizle yaşarsınız. Mutlusunuzdur gerçekten, ta ki ertesi günün çarsamba olduğunu anlayana kadar.

Ne çıkar sizin gün sıranız başka olsa? Kendinize bir gün seçseniz ve her gün o günü yaşasanız. Her şey birbirine karışır o kadar. Belki o zamana kadar anlamsız olan hayatınız bundan sonra anlam kazanır kendinizce. Tamamen kendinizle başbaşa kalırsınız. Belki kendinizi daha iyi tanırsınız. Bırakın herkesle aynı şeyleri yaşamayı, değiştirin şu dünyanın kahpe düzenini! ne çıkar? siz kendi gününüzü yaşayın, ben kendi günümü; siz kendi kurallarınızı koyun, ben kendi kurallarımı; siz kendi sonunuzu hazırlayın, ben kendi sonumu.. sonuma karışan tek bir güç dahi olmasın.

Ne yazik ki biliyorum; bugün cuma..
Şimdi anladınız mı canımın neden sıkıldığını?


8 Mart 2008

Ayna

Yatakta uzanırken birdenbire uzanır halimi görüyorum. Hiçbir sey yapmaya mecali olmayan yaşayan bir varlık öylece duruyor; gözleri ne açık ne de kapalı. Kaldirmak istemiyorum onu. Kendi kendime çekip gideyim, onun dışında nerede neler oluyor göreyim istiyorum.

Tam o sırada aynı benim gibi kendini bırakmaya meyilli seni görüyorum. Ayaküstü konuşuyoruz. Çok çabuk anlıyoruz birbirimizi, çok güzel anlaşıyoruz. Ayni şeyleri hissedip düşündüğümüz oluyor.

Bi' bakıyoruz ki aslında ikimiz de aynanın karşısında kendimizi görüyormuşuz, birbirimizde!..


ARENA DERGİSİ / 2007 yılı Aralık ayı sayısı

“SANA ONU GERÇEKTEN NEDEN ALDIĞIMI Bİ’ BEN BİLİYORUM”

 

Doğum günü.. Yılbaşı.. Sevgililer Günü..  Ve hatta bazı “önemli” günlerin yıldönümleri..

Hediye alma bahanesiyle dolu günler hepsi değil mi? Durup dururken hediye alınca pek bir anlamlı gelmeyecekmiş gibi…

Benim tabir ettiğim şekliyle bu “bahane günleri”, kadınlar için heyecan verici ve merak dolu olurken, erkekler için tam bir kabustur. Hani sırf hediye de yetmez, öncesinde şehrin en havalı restoranında bir de yedirmek içirmek icap eder hatun milletini. Duyarlı bir erkek için –ki birçoğunun duyarsız olduğu düşünülür-  geri sayım başlayıp da zaman azaldıkça, stres ve tasa artar. Erkekler bu ters orantının farkına ne kadar çabuk varırlarsa bu süreci sevgililerine karşı o kadar terslenerek geçirmeye başlarlar. Belki bu terslenmenin altında içten içe gelen ve uzun zamandır dillenemeyen bir “Hadi ayrılalım!” mesajı bile gizlidir, ki böylece hediye alma-verme merasiminden de kurtulmuş olacaklardır.

İşleri kadınlara göre daha zor, evet, çünkü fikir alacakları en yakın erkek arkadaşlarının bile kendilerine hayırları yok hediye alma konusunda. Sevgililerinin en yakın kız arkadaşlarına danışsalar danışıklı dövüş etmiş gibi olacak, kendi zevkleriyle hareket etseler zevkler ve renkler tartışılacak, direkt gidip sorsalar “e şimdi sürprizi mi kaldı” duvarına toslayacaklar ve sonuç olarak kadını memnun edemeyecekler. Bir de anne ve babaya danışma seçeneği var ki onda da yüksek ihtimal “al sevgilini, gidin bir pastaneye, limonata içip pasta yiyin; hem düğün pastanız için de prova olur” gibi oğlunun mürüvvetini görme isteğinin en sancılı mesajı alınacaktır. 

Seçenekler değerlendirilir ve yumurtanın kapıya dayanmasına ramak kala panik halinde hediye alınır ve o güne dair güzel bir program yapılır. Yine hatırlatıyorum; erkeklerin her zamanki hallerinin aksine böyle günlerde de kadınların kalbine giden yol mideden geçer, güzel bir akşam yemeği mutlaka programda olmalı aman diyeyim!

Mideler mutlu edildikten sonra geriye erkek tarafının hediyesini vermesi kalır. Bakalım kendisi belli başlı olarak neleri uygun görmüş bu günde ve neden?

1-    En pahalı butiklerin birinden alınmış ama kadının tarzının tamamen dışında olan bir kıyafet. Neden: Sevgilim iğrenç giyiniyorsun! Tarzını değiştir.

2-    Yine en pahalı çiçeklerden yaptırılmış bir buket ama öyle böyle değil. Neden: “Seni ben çiçeklerden, böcekten..” diye başlayan sevgi ifadesi. Bak, kendim seçtim bunları.

3-    Yurtdışı açık seyahat bileti. Neden: Seni orada daha çok sevecekmişim gibi hissediyorum kendimi.

4-    İç çamaşırı. Neden: Fanteziler sınır tanımaz! Tabi ya!

5-    Yemekten sonra gelecek olan tatlının içine gizlenmiş tek taş pırlanta yüzük. Neden: “Tek taşımı kendim aldım” dedirtmem ben sana. Hem o kadar yüzdük, bakalım kuyruğu nasılmış bu işin??

6-    Cep telefonu. Neden: Birbirimize benim aracılığımla ulaşmış olalım. Yersen. Hem belki malının kıymetini de bilirsin bu sayede!

7-    Çok şık bir saat. Neden: Zamanın benimle akıp gitsin, baktıkça beni hatırla, ben beceremiyorum çünkü.

 

Bu hediyelerle kadınlar bir nebze olsun mutlu edilir ama tam bir doyum asla sağlayamazsınız inanın. Listeyi aslında daha da uzatabiliriz ama hepsinin altında yatan gerçek anlam bir tane ve onu sadece erkek bilir ve tüm gece boyunca içinden tekrarlar: “Mecburen mecburen, mecburiyetten..”

 

Güzel rol yapıyorsunuz aslında ve kadınlarınızı bir şekilde az da olsa mutlu edebiliyorsunuz. Çünkü “mecbursunuz”..

 

 

“YAŞASIN SEVGİLİMLE ALIŞVERİŞE GİDİYORUZ!”

 

Aman Tanrım!  Haftasonu geldi yine..

Erkekler için işten güçten, dertten tasadan uzak geçirilmesi gereken iki dolu gün. Pazar günü futbol günüdür çoğunlukla onlar için. Erkek erkeğe toplaşılıp uygun bir yere gidilir, ellerde patlamış mısırlar ve biralar ile bütün haftanın yorgunluğu ve sinir birikimi boğazlar patlayana kadar bağırmak suretiyle atılır.

Ben hemen bir gün öncesine, yani cumartesi gününe dönmek istiyorum çünkü o günü bekleyen bir kadınımız var. Şansımıza bu cumartesi de erkeğimiz için alışveriş günü olarak düşünülmüş.

Kadın oldukça delirmiş, daha evden çıkarken ağzından salyaları akmaya başlamış; “Ay oraya da bakmam lazım unutmayayım”, “Aman çizme mi alsam uzunundan, yoksa bot mu?”, “Dolapta bir ton şey var ama bir o kadar da ihtiyacım var, sıraya sokamıyorum, üf ne yapacağım ben ya!” tarzından cümleler birbirinin ardı ardına geçmektedir kafasından. Erkek ise sakin ve bir o kadar da kesindir bu konuda; kadınlar gibi ayrıntılı hesaplamalarla kendisini daha fazla yormak gayet aptalca olacaktır onun için: “Kösele ayakkabı, bir kot pantolon, sezon sonundan da bir kaç tane t-shirt aldım mı tamamdır”. Kafada başka soru? Tabi ki yok, erkek gayet kararlı ve net.

Alışveriş mahalline gidilir; erkeğin ilk gözlemlediği şey o “özel” anlarda ne hikmetse hep başı ağrıyan kadının alışveriş sırasında gayet enerjik ve avını yakalamaya çalışan bir aslan gibi aç oluşudur. Erkek, “Benim beraber olduğum kadın bu mu gerçekten?” diye sormadan edemez kendine. 

Erkeğin işi ilk yarım saat, bilemediniz kırk beş dakikada bitmiştir. Kadının kararsızlığı, giydiği şeyleri sevgilisinin onayına rağmen kendine bir türlü yakıştıramaması, bu sebeple uzayan alışveriş süresi, kredi kartının onay vermemesi ve erkeğin elini cebine atması, mideden yükselen guruldamalar, ayaklara inen kara sular falan derken erkeğin bir günü daha iş günüymüş gibi gergin ve sıkıcı geçer.

Koşturmaca genelde ellerde poşetlerle sinemada sonlanır.

-       Acaba hangi filme gitsek?

-       Bak hayatım, “Terror in the Mall” vizyona girmiş. Yahu bu 1998 yapımı film değil miydi?!

 

Benden söylemesi, biraz kadınlar gibi olun. Kararsızlık alsın yürüsün, seçme yetiniz kaybolsun, delirin, salyalar akıtın; işiniz çok daha kolay olacak. Sonra kendinize gelmeyi ihmal etmeyin ama.

 



ARENA DERGİSİ / 2008 yılı Şubat ayı sayısı

AZİZ VALENTINE N’APTIN SEN YA!?

 

365 gün içinde sanırım en sevmediğim şu “Sevgililer Günü” denen kırmızı ve pembelerin hakim olduğu gün. Özellikle de erkeklerin bu günü kutlamalarından hiç haz etmiyorum. O gün bütün erkekler gözüme yürüyen koca kalpler gibi görünüyorlar. Bilenleriniz vardır belki: Roger Sanchez’in Another Chance isimli şarkısının klibinde de elinde kalple yürüyen bir hatun var; hatunu o şekilde sokakta yürürken görsem kafa göz dalarım! Heh işte, her 14 Şubat’ta da kutlama yapan erkeklere karşı aynı sevimsiz hisleri besliyorum.  Erkekler bu kadar “pembe” şeyleri kutlamasınlar, ya-kış-mı-yor! En basiti samimi olanları samimiyetsiz, parası olmayanı daha da parasız kılıyor. Yazık!

Peki “sevgili” olanlar arasında bir “zorunluluktan” öteye gidebiliyor mu bu kutlama hadisesi? Bu pek kıymetli 24 saatlik günü ilişkilerindeki en mutlu gün olarak geçirenler, gün dönümü ile birlikte yine birbirlerine karşı gerçek maskelerini takıp alıp verdikleri güllerin çöpe atılma zamanlarını bekliyorlar ve ben de işte tam burada gülüyorum, hem de gonca gonca gülüyorum! Merak ediyorum; gerçekten “sevgili” olunduğu için mi kutlanıyor bu gün, yoksa “SEVGİ”li olunduğu için mi? İkisi arasındaki ince çizginin olduğu yerde her 14 Şubat’ta ben ve Aziz Valentine karşılıklı oturup şarap içiyoruz.  “Ne iş Azizim?” diye sorduğumda “Herkes benim kadar yürekliymiş çok şükür, yoksa 364 gün işimiz vardı.” diyor. Zor zanaat tabi her günü sevgiyle, sevgiliyle yaşamak.

Bunları bu 14 Şubat’ta da “tek tabanca” olduğum için yazmıyorum. Aziz Valentine’e saygım sonsuz, sadece gününü sevmiyorum! Siz de günü değil, “sevgili” olmanızı sevin derim.

Yine de adettendir söylemek; Sevgililer Günü’nüz  kutlu olsun! Şerefe!

 

 

AYRILIRKEN SAÇMALAYANLARDA BU AY

 

Biriyle beraber olmak/olabilmek ne kadar zor birşey!

“Sevgili” sıfatlarını edinene kadar geçen zaman kendi kendimize yaptığımız işkencelerle doludur; nefes alamayız, yemek yiyemeyiz, uyuyamayız, kalbimizi yerinden çıkarırcasına hızlı hızlı çarptırırız, kelebekler yutarız midemizde kıpırdasınlar diye. Hali hazırda zaten mazoşistsek bunlar bize pek dokunmaz, hatta kendimizi sadist bile ilan edebiliriz. Sıfatları üstümüze giydikten sonraki zaman da ayrı bir sancılıdır. Kadın veya erkek demeden herbirimiz aynı anda muayyen günlerimizi yaşarız aslında; her şey hassaslaşır, bulutlardan nemler kapılmaya başlanır, paranoyaklık had safhaya ulaşır. “Güven” denen kavramı var zannederiz hep, ama aslında var olan “güvensizliğin” ta kendisidir. Yalan söylemeyen bizler bir bakmışsınız ki yalancının önde gideni olmuşuz elimizde yine yalandan bir bayrakla. Canım cicim aylarını bir avazda tüketir ve gerçeklerle yüzleşmeye başlarız. İki ihtimal vardır; ya yeryüzeyindeki en muhteşem ilişkiyi yaşıyoruzdur ya da o kadar büyük bir çıkmazdayızdır ki insan olarak bile hiç yaşamamış olmayı dileriz. Zamanında yerlere göklere sığdıramadığımız insanı şimdi kendi ellerimizle yerin dibine gömmek istiyoruzdur bile. Sonuçta farkında olmadan birini öldürüp kendimizi katil sıfatına büründüreceğiz ama bunu yaparken hafifletici sebeplerimizin olması lazım. En samimi ve dürüst sebepler işe yaramaz boşuna uğraşmayalım. Misal; “Artık mutlu değilim”, “Aşkım bitti”, “Ben cidden birşey hissedemiyorum artık” , “Başka birine gönül verdim”. Ne kadar net oysa ki bu cümleler, bana söylendi oradan biliyorum. Ayrılık vakti yaklaştı mı sesler yükselir, sular seller götürür ortalığı ve saçmasapan şeyler çıkar ağzımızdan, çıktığı gibi de karşımızdakini tam arkasında onun için kazdığımız, kollarını açmış bekleyen derin çukura itmiş oluruz. Son bir boş bakış atıp bir kez daha saçmalarız; “Sorun sende değil aşkım, bende!”

Aranızda sorusu olan erkekler varsa, onları “her canlı ölümü tadacaktır” yazısının tam altında bekliyor olacağım. Sanırım hepiniz neresi olduğunu biliyorsunuz?